Galata Gazete


10 Nisan 2024 Çarşamba

Sağ hep sağda mı kalmıştır?

Sağ hep sağda mı kalmıştır?

CHP nasıl oldu diye soru sorabilirsiniz, çünkü faşist bir partiden nasıl ortanın soluna dönüştü?

Bu sorunun belki birden fazla yanıtı vardır ama benim okuduğum bilgilere göre sol olmasını 27 Mayıs darbesi sonrası gelişmelere borçlu. Çünkü daha öncesi hep tek adam, tek parti, tek bayrak, tek millet, tek dil, tek hedef, tek diyerek giden teklerin partisidir ve parti kurucuların lider olmasına ve zaman göre biçim değiştirmez, bir siyasi bakış istikrarı vardır... CHP, Türkiye Cumhuriyeti ilkeleri ve ideallerini taşıyan ve temsil edendir.

CHP öncesi elbette Osmanlı İmparatorluğunun son dönemine damgasını vuran İttihat ve Terakki Partisidir. Onun idealleri, ideolojisi ve duruşunun hatta kadrosu ile devamı olan partidir ve ülkemizde cumhuriyet sonrası kurulan ikinci siyasi partisidir CHP! İlk parti Mustafa Kemal denetiminde kurulan TKP'dir... Hülle olarak kurulan partinin hilesi kısa sürede çıktığı için kendisini sessizce feshetmiştir, kurucularının önemi bir bölümü daha sonra Nazi partisinin Türkiye temsilcisi olacaklardır...

CHP kurulduktan sonra ülkemizde birden fazla parti deneyimi olmuştur. Bizzat Atatürk emri ve direktifi ile kurulan bu partiler kısa sürede, siyasi sahneden düşen sarayın taraftarların toplanma alanı olmuştur.  İzin ile kurulan bu partilerin "şeriat isterük" diyenlerin bulunmasına olanak verdiği için kısa sürede fesih edilmiş, İstiklal Mahkemesinde kurucuları ve şeriatı dillendirenler yargılanmış ve bir bölümü idam edilmiş, bir bölümü de Atatürk’ün izni ile siyasetten çekilmiştir...

Tek partiden çoklu partinin yer aldığı parlamentoya…

2. Dünya savaşı sonrası Türkiye tek parti tek ülke, tek lider söyleminden çıkmaya zorlanır... Ortamın atmosferi tek liderin neler yaptığını gösterdiğinden olsa gerek ülkemizde birden fazla partili sürece istemeyerek gitmiştir...

Tek partiye göre düzenlenmiş seçim yasasına göre girilen seçimden azdan biraz fazla oy alan mecliste çoğunluğu elde etmiş, biraz az oy alan ise mecliste küçük bir grup kuracak kadar vekili olmuş.. Tek partiye göre düzenlenmiş seçim yasası ilk denemede demokrat partiyi meclise çoğunluk olarak taşımış, İnönü'nün sağ partisi ikinci parti olarak meclise girmiş... Celal Bayar kendisini partiler üstüne taşımış ve tarafsız lider rolü oynamış, başbakan demokrat partinin tüm işlerinden sorumlu olarak ülkemize demokrasiyi getirmeye kollarını sıvamış... CHP'den gelen bu kadroların bir bölümü sosyalist geçmişleri de var, sosyalistlerin çıkardığı dergide yazılar yazan insanlar... Yani sanıldığı gibi sadece toprak ağaların temsilcisi değildir parti, heterojen bir yapısı var...

Demokrat parti tek başına ve meclis çoğunluğunu alınca bu yaratılan güç elbette baş dönmesine sebep olacaktır... İçinden çıktığı partinin özelliklerini de hayat bulacaktır elbette. Birden bu kadar gücü elinde görenlerin elbette niyetleri ile somut gerçekler arasında çatışmaya da sahne olmuştur... Tek parti, tek lider, tek vatan anlayışında olan bir liderin her düşüncesi, her kararı vatan içindir ve tartışılmazdır... Bu tartışılmaz kararlar ülkeyi ve partiyi de hedefinden kısa sürede taşıyacak ve geldiği partinin faşist anlayışına uygun bir yapıya döndürecektir... Tek lider ve tek doğru üzerine oturtulan devlet anlayışı, kendine göre bir eğitim sistemi de yaratmıştır. Osmanlı’dan beri gelen bir devlet anlayışı hep varlığını korumuştur. Tek lider hep var olmuştur.

Eleştirdiği her şeyi kendi çıkarı için kullanan bir parti...

Demokrat parti var olan CHP’nin bir eleştirisi olarak ortaya çıkmıştır. Geçmişten o güne kadar var olan tek adam rahatsızlığı ve tek doğru kavramının yaratmış olduğu handikaplara karşı ortak düşünce ve ortak aklı savunan ve Cemal, Enver ve Talat paşalardan bu yana gelen eleştirilerin hayat bulduğu bir partidir. Kökleri aynıdır ama duruşları farklıdır. Hepsi kök olarak aynı partiden gelmeleri, aynı kadro olarak cumhuriyeti kuranlardır. Silah arkadaşlığından aynı parti içinde siyaset yapan insanlardır. Kadro Dergisinden, sosyalist çevrenin çıkardığı Görüşler dergisinde makale yazanlardan oluşan bir muhalif çizgiyi de içinde barındırır… Başlangıçta hepsinin ortaklaştığı nokta demokrasidir. O yüzden işlemlerini içeren bir ismi parti adı olarak seçmişlerdir. Demokrat!

Parti kısa sürede bir lider partisine dönüşecektir.

İçinde yer alan solcuların da kısa sürede tek lider kavramına karşı duruşları ve seslerini çıkarması anlamına gelir...

Parti içinde yer alanların bir bölümü “hürriyet “isterler, eleştiri okları Menderes'e yönelmiştir...

Menderes'e karşı muhalif çizgiyi oluşturanlar “Eleştirdiğine çok benzedin” derken, uyarırlar ama Menderes ve çevresi bu eleştirilere kulaklarını kapatmıştır, hatta en ufak eleştiriyi kendisine ve partiye saldırı olarak algılamış, eleştiri yapanlar partiden ve Menderes çevresinden uzaklaştırılmış...

İhraç edilenler ve istifa edenler kısa bir süre sonra ayrı partiler kurmuşlar...

Seçimlere kısa bir süre kala 27 Mayıs darbesi olur...

Bilinen yassıada mahkemesi olur...

İdamlar olur, siyasetten uzaklaştırılanlar olur...

Yeni bir süreç başlar...

İnönü darbe sonrası ilk seçimi kazanır ama “topal ördek”tir. Eskisi gibi faşist ideoloji ile adım atacak konumda değildir...

CHP içinde bir tartışma başlar, bu tartışmayı demokrat partiden ayrılıp başka parti kuranlarda CHP üyesi olarak dahil olurlar... “Sol” kavram ortaya atılır...

Eski demokrat partisinden gelenler geçmişlerinden dolayı öne çıkamazlar ve genç çalışma bakanını önlerine alırlar ve Ecevit ortanın solu ile CHP'yi sola çekmeye çalışan birçok ilkeyi ortaya koyar...

Adalet Partisinin baskısı ile CHP içinde sol tartışmaya açılır...

AP/Demirel sağın tek temsilcisi olmak için tüm sağ politikaya sahip çıkınca CHP sağdan oy alamayacağını görmüş ve “seçeneksiz” olarak sağın soluna kaymıştır...

CHP seçeneksiz kaldığı için ülkenin bekası için “sol gibi” davranmayı seçmiştir ve bu sayede ülkenin kurucu partisinin sol bir çizgiymiş gibi bir algının oluşumunu sağlar...

“Karaoğlan” efsanesi sağ partiyi Demirel karşısında umut olarak kendisini ortaya koymuştur... CHP hiçbir zaman kurucu ilkelerinden vazgeçmemiştir...

Sadece algısaldır işler...

Deniz Baykal hizip olarak ortaya çıkmış olması onun sağ çizgiden uzaklaşmasını getirmemiştir...

İsmail Cem Özkan

 

5 Nisan 2024 Cuma

Mekanlar halka değil, parası olana açık!

Mekanlar halka değil, parası olana açık!

Bugün Arter adı verilen bir sergi binasına gittim. Genelde modern - çağdaş sanat adı verilen eserler sergileniyor... Burası bir müze değil, normal sergiler var… Değişen etkinlikler yapılmaktadır ve düzenli olarak benimde içinde olduğum mail adreslere gönderilmektedir. Zaman zaman basın gösterimlerine de davetiyeler yapılmaktadır.

O alana gidene kadar sergi salonlarına girmenin paralı olduğunu bilmiyordum, burada gördüm! Gerçi ben modern sanattı pek sevmem, çoğu eseri de anlamam, içlerinde sevdiğim çalışmalarda elbette var ama genelleştirildiği an sevmediğimi bilirim, bana seslenmiyor… Belki de eğitimden kaynaklanan bir durum söz konusu. Kuşaklara harf takıldığı bir zamanda içinde bulunduğumuz genç kuşağın hayal dünyasında yarattığı imgelerine çok uzak olduğumdan kaynaklanıyor da olabilir. Bana seslenmeyen eserlerin olmamasını savunmam, aksine olmalıdır, çünkü beğeneni çok, alıcısı da var...

Her düşünce kendi alanını açar ve o alandan yol alır…

Her buna benzer sergilere gittiğimde kafamda soru oluşur, gördüğüm o eserler satın alan tarafından nerelere konuyor onu da bilmiyorum, alanın sorunu...

Sanayinin ortasında modern binalar, sanayiyi ortadan kaldırmış, yerine yeni binalar içinde sanat merkezleri olmuş… Sanayiden zaman içinde orada hiç iz kalmayacak gibi, çünkü modern dokunuşlar geçmiş ile bağlantıları hepten yok edip, yerine daha modern binalar oturtuyor…
Arter, yerleşim olarak eskiden küçük sanayinin olduğu bir bölge: Taksim'in altında Kasımpaşa, Kurtuluş arasında yer alan Dolapdere’de. Eskiden orada ağırlıkla küçük sanayiciler bulunurdu, araba tamiri, lastik değiştirmek gibi işler yaparlardı.

Arter’in bulunduğu caddede sanayicilerin dükkanların yıkılıp yerine kondurulmuş büyük, çağdaş, modern adı verilen beton binalar...

Koç grubu da daha önce İstiklal Caddesinde başlattığı kurumunu bu yeni yaptırdığı binaya taşımış... Güzel de yapmış, çünkü daha geniş alanda daha fazla sanatçı eserlerini görücüye, satılığa çıkarabilecek... Bir kaç kişide gelecekte olup olmayacağını bilemeyeceğim bugünün piyasasına seslenen eserlerini satacak. Ekmek kapısı yani...

Sergi salonuna dış kapıdan kontrol ile geçiliyor...

Binanın içinde Koç Grubuna ait Divan Pastanesi müşterisini yani parası olanı bekliyor... Bu da çevresi ile zıtlık oluşturuyor, karşıda araba lastiği çeviren asgari ücretle çalışan işçi, ucuz iş yapan işveren Divan Pastanesinin bu salonundan alış veriş yapması hayal, zaten fakir insanların hayallerine bile buraya girmek yoktur...

Ayak takımı sergiyi gezmesin, parası olan gezsin diye bir sergi salonu oluşturulmuş. “Ben parası olana sanatı gösteririm, kısaca ben bana geleni ayırt eder, kategorize eder ve ona göre bana uygun olanları salonuma alır ve gezmelerine izin veririm” anlayışı hakim...

Satın alan gelsin, almayanın burada işi ne?

Bir sanat eserinin sanat eseri olması için satılması gerek, satılmıyorsa zaten o eser sanat değildir, yeri çöplük! Bir gün biri satın alıp piyasa sürerse o sanatçının eseri sanat eseri olur, piyasaya düşmeyen ancak sahaflarda yerini bulur!

Arter neden paralı?

Cevabını aslında verdim, çünkü parası olmayan, fakirlerin yaşadığı bir yerde açılan sanat merkezlerinin müşterisini rahatsız edecek görüntüden uzak tutmak için onların satın alma gücünden daha fazla bir giriş ücreti koyarak onları resmen olmasa da dolaylı olarak engelleyerek kovmasıdır...

Sanat herkes için değildir, parası olan içindir. Parası olan ise bulunduğu mekanda fakiri görmek istemez!

Sanat eserinin değerini düşürecek hiçbir atmosfer orada olmaması gereklidir...

Bugün Arter'e gittim... Gerçi ben sergiyi değil, kafamda oluşmuş soruları sormak adına birini görmek için gitmiştim. Yerinde olmadığı için geri çıktım...

İşçi sınıfının olduğu yerde burjuvazi kendisine göre mekan açmış, görünmez kaleler oluşturmuş, içine belirli insanlar gireceği sınıfını ve tercihini belirlemiş bir mekan!

Sanatın mekanında sanattan hoşlananlar değil, parası olanlar yer bulunacaktır...

Belki fakir biri, orada yetişen bir çocuk oradan etkilenecek ve belki sanat eğitimi alacak ama hayır!

Koleje giden çocuklar aileleri ile gelecek ve orada yapılan etkinliklere parası ile katılıp bir şeyler öğrenip gidecekler...

Çevresine kapalı ama parası olana açık bir mekan!

Paranız varsa, parasını verip gezeceğiniz bir sergi alanı Arter…

İsmail Cem Özkan

 

1 Nisan 2024 Pazartesi

Onlar devrim yolunda öldüler…

Onlar devrim yolunda öldüler…

Algılarla oynamak son yıllarda moda oldu, sürekli söylenen yalanlar ile yalan gerçeğe dönüştürme girişimleri tarihi kişilikler üzerinden sürüyor…

Mahir Çayan ve Deniz Gezmiş gibi tarihi kişilikler ve bir dönemin sembolü olmuş liderlerin anlayışları bu saldırıların merkezinde yer alması tesadüfi değildir, çünkü geçmişin devrimci dalgasını yok ederseniz, gelecekte oluşması muhtemel devrimci hareketlerin elinden tarihi bir birikimi elinden almış olursunuz… Devrimci birikimi yok ederseniz, o gençleri maceraperest, idealleri için yola çıkmış, devletin altı okunu üzerine çekmiş, gladio tarafından “etkisiz” hale getirilmiş olarak algılanır. Düzen içinde düzene biçim vermek, reformist hareketler ile ilerleme olur, geçmişin üzerine basmadan, ilerici yönlerini alarak ileri bir devlet oluşur algılayışı genel içinde kabul görmesi için çabaların var olduğu gerçeğini yaşamaktayız.  Genelde bu algı oluşumunu kendisine devrimci, geçmişin devrimci hareketlerin liderlik pozisyonunda olanların üzerinden yapılmaktadır. Belki daha gerçekçi olması için bu kişilere bu söylemler söyletilmektedir…

Mahir Çayan ve Deniz Gezmiş'in arkadaşları Milli Demokratik Devrim (MDD) anlayışından kopup sosyalizm mücadelesine geçtikleri gerçeğini yok sayarak onları Kemalist / Atatürkçü olarak algılayıp, burjuva devrimini savunuyor gösterme çabaları içindeler... Eğer onlar Kemalist olmuş olsalardı "liderimiz Mihri Belli, yolumuz belli" demeye devam eder, ayrı örgütlenme kurmazlardı!

Mahir Çayan ve Deniz Gezmiş'in arkadaşları ve son yazıları ve de savunmaları Kemalizm eleştirisidir. Bugün dahi sorulmayan soruyu sorayım: Kürt halkını hiç bir zaman tanımayan Kemalizm ile nasıl ortak bağı olur bu devrimcilerin?

Kemalizm, Kürt sorunu çözümü onu yok saymak ve bir talep olursa zor ile bastırmak olmuştur. Kemalist devrimi sürecinde 12 Kürt isyanı karşısında tutumu ortada olmasına rağmen, hala devrimcileri Kemalizm ile paralel gösterme çalışmaları devam ediyor.

Özellikle Mahir ve Deniz'i Kemalist sol ile ortak anmaya çalışanların hedefi bellidir, onların devrimci düşüncesini yok edip, sistem içi reformist, revizyonist göstererek uysallaştırma girişimdir.

Mahir ve arkadaşları devrim için yola çıktılar, Kızıldere'de bildikleri ve inandıkları gibi kavga edip bu hayattan koptular... Onları idama, ölüme götüren o siyasi atmosferi yaratan düşünce Kemalist düşüncedir ve ideolojisidir...

Kemalizm ile kopmadan “sosyalizm mücadelesi” olmaz, çünkü Kemalizm işçi sınıfını yok sayar ve onların örgütlü halini devletin geleceği için en büyük tehdit olarak görür...

Küçük bir azınlık olan komünistler ve partileri Mustafa Kemal yaşarken başlarına gelen işkence, katliam, linç ortadayken, katiline hayran bir komünist göstermek ne kadar doğrudur?

Kemalizm sol ile ilişkisi yoktur, tersi sağ bir anlayıştır, burjuva devrimini gerçekleştirmek için örgütlenmiş İttihat ve Terakki Partisini ideolojisini ileriye taşımış bir anlayışa sahiptir... Yoktan var etmiş olduğu bir şey yoktur, var olanı geliştirmiş ve yeni söylemler ile hayat bulmasını sağlamıştır. Osmanlı devletinin devamıdır, onu yok etmiş ve yeni bir devlet oluşturmamıştır, tüm kurumları ve bürokratik yapısı ile Ankara merkezli bir devlete dönüşmüştür.

Deniz Gezmiş ve Mahir Çayan'ın da içinde bulunduğu gençlik hareketi Kemalist bir duruş ile ilk adımını atmış ama 68 gençliği içinde o atılan ilk adımı devleti savunmak pozisyon ile başlayan süreci devleti yıkıp yerine sosyalizm idealini gerçekleştirmek üzerine kadar ileriye taşımışlardır. Başlangıçta ki Kemalist görüşleri ile bayraklaştıkları partilerini kurduklarında hiç bir ilgileri kalmadığı gerçeği ile karşılaşırız... Onlara göre birkaç “iş bilmez” lideri/ kadroyu değiştirip, ülkeyi anti -emperyalist/kapitalist anlayışa uygun yeni rotasına sokup, “Tam bağımsız Türkiye” yaratalım diye bir anlayışı yoktur. Lider değiştirerek bu işler olacağını düşünmüş olsalardı darbe ya da yanlış liderlere karşı suikast girişimleri yaparlardı. Bu gençler o dönemde gerçekleştirilmek istenen “sol darbe” içinde yer alırlardı, en azından o darbeyi savunurlardı.

THKP-C ve THKO sürecini yok sayan her anlayış onları reformist, maceracı bir kaç genç olarak tanımlar ve gelişen gerici harekete karşı var olanı savunmak, korumak ve de geliştirmek isteyen ideal insanlar olarak tanımlar...

Mahir ve Deniz hiç bir yerde ölümlerine bir adım kala kendilerini yok etmek için gladyosunu harekete geçiren devleti ve onun ideolojisini savunmamıştır...

"Kurtuluşa Kadar Savaş" sloganında kurtulması istenen burjuva devletidir... Eğer reformist olmuş olsalardı kurtuluşa kadar değil, "daha konforlu, eşit bir ülkede bir arada yaşam!" diye cümle kurmaları gerekliydi...

Unutmayın, Deniz’in son sözleri şunlardı:

“Yaşasın tam bağımsız Türkiye!

Yaşasın Marksizm Leninizmin yüce ideolojisi!

Yaşasın Türk ve Kürt halklarının bağımsızlık mücadelesi!

Kahrolsun emperyalizm!

Yaşasın işçiler, köylüler!”

Deniz Gezmiş,  Mahir Çayan ve arkadaşları devrim yolunda öldüler/öldürüldüler…

Onlar bugün hala isimleri geçiyorsa, yaktıkları ateş hala canlı ve toplum içinde karşılık bulduğu içindir.

 

İsmail Cem Özkan

 

28 Mart 2024 Perşembe

Kardeşlerimi Arıyorum

Kardeşlerimi Arıyorum

Bir gün bir şehirde bir bomba patlar, o patlayan bombanın faili bir Ortadoğulu olarak gösterilir. Medya ve polis anonsları ile gözler o şehirde yaşayan Ortadoğu görümlülere çevrilir. O şehirde yaşayanlardan biri de Tunuslu öğrencidir.

Tunuslu öğrencinin adı Amor’dur. O olayın olduğu zamanda diskotekten evine dönerken sarhoştur ve çocukluk arkadaşının sürekli telefon etmesine rağmen kayıtsızdır. O kayıtsızlık anından itibaren Amor’un geçmişine doğru bir yolculuk başlar, çünkü onun çocukluğu o andaki duruşunun sebebidir.

Eğitiminde hep çalışkandır, kendisine göre ezberleme yöntemleri bulmuştur, örneğin kimya dersi için; ezberlenmesi gereken elementleri arkadaşlarına uyarlayarak bir anlamda yansıtmıştır. Her bir arkadaşının özelliğine göre elementlerden isimler seçmiştir. Arkadaşları onu “inek” olarak tanımlar…

Birbirinden bağımsız ama bir biri ile ilişkisi öyküler bütündür “kardeşimi arıyorum” oyunu…

Her bölümde bağımsız bir anlatım söz konusudur, başlangıç, gelişme ve sonuç. Her sonuç diğerinin başlangıcıdır ve diğer bölüme hip hop müzik ile geçiş olur. Müzik sözleri bizi ne beklediği konusunda ipuçları verir. Söz ve müzik uyumu başlangıcından itibaren kendisini gösterir. Batı ve doğunun harmanlanmış halidir bir anlamda…

Çocukluk ile başlayan öyküler okumak için gidilen Stockholm ve orada yaşamının ülkesi olan Tunus ile bağlantısının devamı seyirciye verilir. İsveç'te bir öğrencidir, yalnızdır. İsveç insanın kendisine bakışı, duruşu ve onun İsveçlilere karşı önyargısı ve bu yargının oluşturmuş olduğu içsel çatışmaya şahitlik ederiz.

Azınlık olmak, öteki olmak yalnız olmak gibi kavramlarının birey üzerine etkisi öyle bir çıplak şekilde verilir ki, okuyucu/ seyirci bu gerçeklik ile yüzleşmesini olanak verir.

Farklı bakışlar aynı metin içindedir.

Bir İsveçli olayı algılayışı ile bir yabancının aynı olaya bakışı ve algısı farklıdır. Farklı yerden bakanın elbette tepkisi de farklı olacaktır…  Çoğu zaman görünmez olan bu insanların penceresinden kendilerine karşı gelişen tepkinin öznesi olmanın yaratmış olduğu baskı ve o baskının geldiği ülkede yaşayan yakınlarının endişeleri ve korkuları bu oyunun içinde ironik bir anlatım ile seyirciye verilir.

Seyirci kara mizahın dilini sahne ışıkları içinde yakalanmaktadır.

Bir bomba patlar ve o şehirde yaşayan bir Ortadoğulu öğrencin tüm hayatı değişir.

Değişim fiziki değildir, ruhsaldır. Gerçek hayatta veremediği tepkiyi düşüncesinde, hayalinde vermektedir. Büyük bir çelişki yaşamaktadır. Tepkilerini bastırmak zorundadır ve oluşan atmosferin bir kurbanı olduğu içinde sinmiş, kaçak ve her an suç üzerinde kalacak korkusu içindedir. Bir diskoteğe girmek isteyen bir Ortadoğulu öğrencinin hayatını karartan polisiye bir olay aklının bir köşesinde saklıdır ve o saklı olan açığa çıkar, çünkü o Ortadoğulu, ayrımcılığa karşı durduğu için ömür boyu taşıyacağı suçlu olarak kaydetmiş fişi hep önüne çıkacaktır…

Bir yabancının üzerine atılan her unsur onun suç hanesine kaydedilir, polis bu konuda araştırma ihtiyacı dahi duymaz, çünkü oluşan önyargı gerçek olarak algılanır ve ona göre raporlanır… Küçük bir yaratılmış suç yabancının üzerinde ömür boyu sürecek bir lekedir…

Ön yargı öyle bir şeydir ki, normal yol tarifi için polisle konuşan vatandaşı bile kahramanımız polis şiddeti gören olarak algılar ve polislere saldırmayı planlar, çünkü o kendi gibi bir mazluma suç atıldığını düşünür…

Önyargı karşılıklıdır, çünkü öyle bir atmosfer içinde yaşamaya zorlanan yabancı ve aynı zamanda Müslüman biri batı dünyası içinde potansiyel cihatçıdır, kelle kesen, araba patlatan, uyuşturucu satan, toplumun düzenini bozan, çocuklarını zehirleyen olarak algılanır… Kişinin öznel durumu göz önünde değildir, o toptan bakışın içinde “kurunun yanında yanan yaştır”… Elbette bu önyargı karşılıklıdır, o da aynı şekilde tüm İsveç vatandaşı ırkçıdır, polisi suç yaratıp yabancıya işkence yapan, devlet memuru her zaman en kötü olasılığı yabancıya layık görendir ve ölümü ve şiddeti hak etmiştir!…

Şehirde bir araç patlamıştır, okumak için İsveç'e gelen zeki bir öğrencinin hayatı iç çatışması ile birlikte değişmiştir.

“Kardeşlerimi Arıyorum”, toplumu her açıdan eleştiren bir öyküler toplamıdır…

Her bölüm bir biri ile ilgilidir, birbirinden bağımsızdır… Her olayın örgüsü sizi diğer olayın içine çekmektedir. Telefon konuşmaları çok iyi düşünülmüş bir bağlantıdır. Bizi Amor’u zaman zaman şizofren olup olmadığını sorgulatır, zaman zaman paranoyak olarak karşımızda buluruz. Çocukluk arkadaşı Shavi vicdanıdır, aynı zamanda onu merak eden, olayları önceden haber vermek isteyen bir iç sesidir…

Oyunun konusu bu olunca, oyuncuların işi zordur, çünkü iç içe geçmiş hayal ile gerçek sahnede seyirciye verilmelidir. Her şey sahnede olması gerek, öncelikle telefon konuşmaları. Telefon konuşmaları arasında iç konuşmalara geçişler olur, her geçiş ışık ile seyirciye verilir…

 Amor rolü ile Uğur Uzunel müthiş bir performans sergiler. Sahneden hiç ayrılmadan her bölümde yönetmenin kendisine vermiş olduğu tüm görevleri yerine getirmiştir. Özellikle efor çok kullanılan sahnelerde sesini çok iyi kontrol etmekte ve seyirciye anlaşılır bir dil ile rolünü oynamaya devam etmektedir…

Shavi rolü ile Metehan Kaya’yı izliyoruz. Uğur Uzunel’in sahnedeki başarısına katkı yaparken, aynı zamanda kendisine verilen rolü -diğer oyuncular gibi-  yerine getirirken sahnede hareket alanı yaratarak Uğur Uzunel’i daha görünür kılmaktadır… Endişeli, neşeli, çocuk gibi saf halini hem mimikleri hem de vücut dili seyirciye rolünü başarılı bir şekilde ulaştırır…  

Can Sertaç Adalıer, kuzen rolündedir ama şivesi ile dikkati çeker, öykünün o bölümünde din ve toplumsal algılayış konusunda Tunus toplumu ile yüzleşmemizi sağlar. Tunus’ta muhalefetin iki net ayrımın olduğu ama o, o ayrımın ortasında kendisine ait bir buda yaşamını seçmiştir. Farklıdır ve farklı olduğunu da özellikle konuşması ve şivesi ile gösterir…

Buse Külekci, Gülün Bakkaloğlu hafiye, büyükanne, hayvan hakları derneğinde telefonda pazarlamacı rolü ile oyunun ayrılmaz parçasıdır. Adını andığımız oyuncular oyuna diğer oyuncuların yapmış oldukları katkılar kadar katkı yaparken, her biri canlandırdıkları roller ile hem eğlenceli anların yaşanmasını sağlamışlar, hemde oyunun daha anlaşılır olmasına katkı sunuyorlar. Oyun onlarsız olmazdı, eğer onları çıkarırsınız sahnede ne Uğur Uzunel ne Metehan Kaya gözükür olur…

İzlediğim yerden sahneyi tam olarak göremedim, o yüzden mimikleri ve köşelere doğru hareket alanları benim için karanlık noktaydı… Elimden geldiğince arkamda oturanları rahatsız edecek şekilde vücudumu eğip bükerek oyuncuları takip etmeye çalıştım. (Balkonda köşe bir yerde oturuyordum.)

Ülkemizde Arap kültüründen gelen bir yazarın sahneye uyarlanmış öykülerini seyretmek büyük bir keyif verirken, bizi batı dünyası içinde yaşanmakta olan günlük hayata her iki açıdan büyüteçle bakmaya davet etmektedir…  Oyun sonunda sizde çok önemli izler bırakacağını düşünüyorum, en azından ülkemizde mülteci olarak gelenlere karşı yaratılan önyargılardan biraz da olsa sıyrılmamızı sağlar…  Oyun üzerine daha fazla söz söylenir elbette, ben sadece bir köşe yazısı boyutu içinde izlenmesi gereken bir oyundan bahsetmek istedim... Konusu ve oyuncuları ile müzik, sözleri, ışık, sahne tasarımı, sahneye arka fonunda kullanılan perde, oyuncular rol dışında orada sahneyi izlemesi akıllıca düşünülmüş olduğunu gördüm. Sahnede bir halı, bir plastik sandalye, birkaç poşunun olması oyunda oyuncuların çok rahat hareket etmesini sağlamış… Bir bütün olarak baktığımızda yönetmen çok iyi değerlendirmiş metni ve metne uygun bir oyunu sahneye taşımış... Oyunda her emeği geçen üzerine düşeni en iyi şekilde yapmış.  İzleyin derim, kaybetmezsiniz kazanırsınız… Bir araç patlar birinin hayatı değişir, seyredin sizin de hayata bakışınız değişiminde küçük de olsa katkısı olsun…

 

İsmail Cem Özkan

 

Kardeşlerimi Arıyorum

Yazan: Jonas Hassen Khemiri

Çeviren: Eylül Aktürk

Yöneten: Barış Gönenen

Yardımcı Yönetmen: Aslı Menaz

Metin Düzenleme & Dramaturji: Kayra Babalık

Dekor ve Kostüm Tasarım: Bengü Şener

Dekor ve Kostüm Uygulama: Ferhat Kaya

Müzik: Utku Güçoğlu

Şarkı Sözleri: Kayra Babalık

Hareket Tasarım: Orçun Okurgan

Işık Tasarım: Ra Yavuz

Işık Kumanda: Deniz Kayas

Müzik Kumanda: Ergün Metin

Afiş Tasarım: Açelya Kırmalı

Fotoğraflar: Gökhan Polat

Yürütücü Yapımcı: Aylin Pınar Aydemir

Asistan: Aylin Akın

Yapım: Ara Sahne

Oynayanlar: Buse Külekci, Can Sertaç Adalıer, Gülin Bakkaloğlu, Metehan Kaya, Uğur Uzunel

 

25 Mart 2024 Pazartesi

Bize sunulanlar bizi kendi gerçekliğimizden uzaklaştırıyor…

Bize sunulanlar bizi kendi gerçekliğimizden uzaklaştırıyor…

Son yıllarda yapılan seçimlerde seçmeni motive edenlere bir baktım, AKP seçmenini CHP, CHP seçmenini de AKP motive ediyor. Karagöz ve Hacivat oyununda hep dayak yiyen bellidir. Seçimlerde hep ayak yiyen bugüne kadar CHP oldu...

Peki, bu oyuna seçmen neden gelir?

Çaresiz ve alternatifi olmadığı için...

 İki sağ parti Türkiye'de yaşayan tüm seçmenlerin akıl tutulması yaşamasına sebep oldu, peki bu akıl tutulması politikası nasıl uygulandı?

Amerika'da iki parti dışında yüzlerce parti olduğunu biliyor musunuz? Olması kadar doğal bir şey yoktur ama kapitalist Amerika’da seçimi kazanabilecek her daim iki parti vardır, diğerlerinin varlık sebebi sosyal hizmet! Bu durum nasıl yaratıldı?

Kapitalizm, kendi kalesinde işçi sınıfının yok eden bir seçim sistemini nasıl hayat verdi, çünkü kapitalist sistemde işçi sınıfının güçlü olması demek sistemin tartışılması anlamına gelir. Seçimler, sistemi tartışmayan ve sistemi hiç söz etmeden savunan iki partinin devir törenidir, başka bir anlatımla yorgun lideri değiştirme törenidir…

Bir ülkede sistemi tartışma dışına çıkardığınız an; sermaye her durumda kazanır, kısaca buna "kazan kazan" modeli derler...

“Kazan - kazan” modeli kapitalizm tanımıdır!

Ülkemizde bu süreç 12 Eylül öncesi 24 Ocak kararları ile başladı...

Liberalizm, revizyonist bir toplumu yarattı…

Kapitalist sistemde yer alan sistemi sorgulamayan sağ sol, ayrımı yapmadan tüm siyasi partiler ve halk revizyonistir...

Amerikan modelini kendine model olarak alan ülkelerde, sistem içinde sistemin sorunu sistemin büyük olarak ortaya koyduğu iki sağcı parti içinde aramak... Sol güçsüzleştirilir, çünkü sol işçi sınıfı demektedir, işçi hakları filan, onlar sermaye sahiplerini rahatsız eder, işçiye verilecek hakları da patronlar belirlemelidir...

 Her şey sistem içindir.

Her şey kapitalizm için işler...

Ülkemizde revizyonist olduğunun “farkında” olmayan sol mevcuttur, devrim hedefi yerine yeniden yaratılacak "cumhuriyet" için mücadele eder… Önüne hangi sıfatı koyduğunuzun önemi yoktur, çünkü sistem ile çatışmaya girmeden sistemin belirlediği sınırlar içinde riske girmeyen politika ve söylem üretmektir... Analiz eder ama analize uygun bir siyasi mücadele partisi yaratmaz, seçimden seçime seçim adaylarını belirleyip analiz etmeye devam eder… Kısaca, 11. Tez sadece geçmişte kalmış bir cümle yığını olarak unutturulur!

Bugün AKP bakanları ile sahaya çıkması tesadüfi mi, değil... Kibirli liderin kaybettiği ortada ama o kibri saklamak için devletin parası, yani halkın parası ile halka propaganda yapılıyor...

Peki, alternatif?

AKP politikası dışında bir politika ortaya koyamayan diğer siyasetçi...

 İmamoğlu sağcıdır. Sağ politika savunur tıpkı öncesi Kılıçdaroğlu ve Baykal gibi... Onların birincil görevi AKP seçmenini sandığa gitmesi için motive etmesi...

Söylemler, bağırmalar, kavgalar, dalga geçer gibi konuşmalar ve hareketler...

Bu sistem içinde tüm liderler kibirlidir.

Üstten bakış söz konusudur ve halkın sorunu yerine ortaya serilen bakanların propagandası, satın alınan bina filan... kısaca halkın gündemi dışında halkın parasını harcayanların suç teşkil etmeyecek ya da hafif ceza alacağı işlerdir...

Tüm bakanlar, tüm vekiller, tüm bürokratlar, memurlar hepsi halkın parasını harcayan asalak konumdadır, başka söylem ile kene konumundadır... Kene yapışmış ama kimse o keneyi çıkaracak ne gücü ne de politikası vardır... Üretmeyen ama denetim görevini de yerine getirmeyenler sadece maaşlarını düşünür ve maaş artışı için ara ara ülkenin liderinden ricada bulunurlar… Lider ne tasavvur ederse –uygun görürse- o maaş onların hakkıdır, kimse bunu tartışmaz, itiraz bile edemez, sadece sendika başkanları görevleri gereği itiraz eder gibi yapıp, üyelerini ikna eder…

Kapitalist sistem içinde kalarak kapitalist sistemi yok edecek bir güç oluşturulamaz, Amerika’nın sırrı burada yatmaktadır...

İşçi sınıfını ve sınıf mücadelesini modası geçmiş bir söylem olarak görenler sistemin gerçek savunucuları ve bekçileridir...

İsmail Cem Özkan

 

14 Mart 2024 Perşembe

Bir gün bir ziyaretçi gelir ve tüm hayatın değişir.

Bir gün bir ziyaretçi gelir ve tüm hayatın değişir.

Ankara Devlet Tiyatrosu İstanbul turnesine gelmiş, turneye gelen tiyatroların eserini izlemek bende farklı duyguların oluşması yanında farklı düşünce kapılarını da aralıyor.

Farklılık, hayatın tek düzenine karşı sessizce bir isyandır…

Her farklı olan şey bizi farklı bir hayata taşıyabilir, zaten hayatımıza giren her teknolojik ürün bizi geleneksel hayatımızı bilensizce terk etmemizi, yeni olana kısa sürede alışmamızı sağlamadı mı? Yok olanın yerini yenileri alırken, ister istemez bireyi kendisine ve çevresine yabancılaştırır. Yabancılaşan insan bir anlamda içten içe bir kriz yaşar ve onu yönetebilirse başarılı olur, aksi halde izleyici olarak kalmaya mahkumdur. Hayatı izleyen ve müdahil olmayan çoğunluk ise otorite kimse onun gölgesine sığınıp çaresizliğini yaşamaya devam eder…

Oyunumuzun kahramanını Ruth Steiner’in hayatı bir ziyaret ile değişecektir.  

Peki, Ruth Steiner kim?

Ruth Steiner bir şairdir, Amerika’da ünlüdür, aynı zamanda üniversitede profesördür. Uzun yıllar boyunca öğrenci yetiştirmiş, öğrencilerini izlemeyi, onlar hakkında kendi içinde yorum yapmayı sevmektedir… Okul dışında ise yazı yazma konusunda danışmanlık ya da günümüz içinde popüler olan “yazarlık dersi” vermektedir ama yazarlık, ders verilerek olacak şey değildir. Günümüzde para kazanma yönetimlerinden sadece biridir, olmayacak şeyi olmuş gösteren yeni meslek dallarındandır…

Hayatını değişecek o ziyareti bir öğrencisi yapacaktır, özel ders almak için kapısını çalacak…

Kapı açılmıştır ve beklenen konuk kafasında yaratmış olduğu imaja uygun değildir. Kısa süreli beklentiler ve onun yaratmış olduğu durum ortamı germiş olsa da sonuçta para karşılığında zaman ayırmaktadır ve masanın başına geçilir ve çalışmaya başlanır.

Oyunun kurgusu diyalogların içindedir. İzleyiciyi o diyaloglar ile sonuca doğru hazırlanır…

“Konuşmak yerine yaz, çünkü konuşmak/anlatmak yazma dürtüsünü ortadan kaldırır!”

Öğrenci hem de konuk olan Lisa Morrison yazar ile daha fazla yakınlaşmak için her yolu denemektedir, girişkendir, canlıdır, öğrenme açlığı içindedir… Ruth Steiner bir asistan aradığını öğrenir öğrenmez talip olur. Hemen kabul etmez yazar, çünkü prosedürü vardır ve o prosedüre uymak zorundadır.

Kurallar belirleyicidir.

Her bölüm daktilo sesi ile başlar, çünkü üst yazıda yıllar ve yeri yazmaktadır… Daktilo aynı zamanda yazarların kullandığı araçtır… Sahnede daktilo hiç görmedim, gözüm aradı. Sahnede her şeyin bir matematik hesaba göre konduğunu bölüm arasında oluşan karanlıkta yapılan düzenlemelerden çıkarıyorum.  

Her bölüm öykünün bir parçasıdır…

Donald Margulies öyle bir oyun yazmış ki, sizi diyaloglar arasında tutuyor, her bölümde sona doğru taşımaktadır… Her sahne aslında sonuçta toplu olarak sonucun bir parçasıdır… Oyun sizi başta biraz sıkabilir, çünkü sonuçta diyaloglar yer almakta ve ağırlıkta Lissa Morrison’un mimikleri, ses tonu, davranışları seyirciyi kucaklamaya çalışmakta, Ruth Steiner daha otorite, sesi tok, davranışlarında sürpriz yoktur… Oyunun karakterleri davranış ve ses tonu ile yaşananları seyirciye ulaştırırken Lisa Morrison rolüne hayat veren Elif Kaman ilk sahnede çok başarılı bir çizgi çizmektedir, fakat Ruth Steiner rolündeki Sükun Işıtan ise sesi ile bir otoriteyi çok başarılı bir şekilde canlandırmaktadır. Kelimeler, oyuncuların sesi ve davranışı ile hayat bulmuş sahnede seyircisini konunun içine davet etmektedir…

İkinci bölümde ise ilk sahnede yaşadığımız roller arasındaki ilişki değişecektir, çünkü başarılı bir öykü yazarı aynı zamanda roman yazma adayı bir meslektaş konuma dönüşmüştür. İkisi arasında ki ilişki bir işveren işçi ilişkisinden çıkmış sırlarını paylaşan dostlardır… Bu bölümde ses, mimiklerden ve davranışlardan daha öne çıkmaktadır. Sesler ile yapılan vurgular yaşanan dramın aslında bir trajedi olduğu, geçmişin sırları bir romanın konusu olduğu gerçeği vardır…

Lisa Morisson “konuşma yaz” öğüdünü hayata geçirmiştir, o hayata geçen eylem aslında “etik” kavramını da tartışmaya açmaktadır…

Birinin hayatını onun izni olmadan, onun hayatının içine girip deşifre etmek!

 Popüler kültür öyle bir atmosfer yaratmıştır ki sizin mahreminiz bir metaya dönüşebilir, saklı bir şey kalmasına gerek yok, çünkü okuyucu bunu talep ediyorsa, o talep yerine getirmelidir, hayatı, özel anları elinden alınan için ise sadece sesini yükseltip itiraz etmesi kalıyor…

Bu bölümde Sükun Işıtan sahnede devleşiyor… Artık yaşlanmıştır, yürüme zorlu çekmektedir. Yetiştirdiği yazar popülerdir, okuma günlerine gidip kendi eserini tanıtmak da, onu satışında yer almaktadır… El, ayak, ve vücudu her sesini yükselttiğinde biraz daha titremekte, gençliğinde olduğu gibi vücuduna ve sesine hakim değildir, bir kriz anını yaşamaktadır, aynı zamanda hayal kırıklığı, ve kandırıldığı hissini.

Bir roman için gözlemlenen bir öznedir.

Onun özeli artık onun özeli olmaktan çıkmış, asistanı, hayat arkadaşı tarafından çalınıp başarılı bir romanın öyküsü olmuştur… Bu duyguyu seyirciye öyle bir aktarmaktadır ki, seyirci masadan atılan kitaplar, kağıtların etkisi ile irkilmektedir, sanki kitap salonun içine gelecek gibidir… Çaresizlik, güveninin yok edilmesi ile oluşan hayal kırıklığı, öyle bir sunuluyor ki, ister istemez kurgunun içinde kurguyu yaşan oluyor seyirci…

Elif Kaman ise bu sahnede her ne kadar ilk sahneye göre geriye düşmüş gibi gözükmüş olsa da üstüne düşen görevi çok iyi yerine getiriyor… Sonuç olarak her iki oyuncu diyaloglara öyle bir hayat veriyorlar ki, oyun diyaloglar arası sıkıcı olmasından çıkarıyor, seyirciyi o diyaloglar arasına alıyor… Bu diyalogları ışık, dekor tasarımı ile yaşanır kılınıyor, kıyafetler her bölüm için ayrı ayrı hesaplanmış…

Yönetmen Jason Hale, Donald Margulies’in oyununu Murat Somay çevirisi ile istediği gibi sahneye taşımış olduğunu düşünüyorum… yazmaya hevesli olanların en azından bu oyunu bir kere dahi olsa görmelerini öneririm, çünkü yazmak ve etik kavramını seyircisinin kafasının içinde tartışmaya açıyor, sonucu seyircinin duruşuna bırakıyor, kim nasıl bir sonuç çıkarırsa çıkarabilecek şekilde kesin kanaat belirtmiyor…

İsmail Cem Özkan

 Yazan:  Donald Margulies
Çeviren: Murat Somay
Yöneten: Jason Hale

OYUNCULAR:

Ruth Steiner: Sükun Işıtan
Lisa Morrison: Elif Kaman

Dekor Tasarımı: Selim Cinisli
Kostüm Tasarımı: Fatma Sarıkurt
Işık Tasarımı: Yakup Çartık
Asistanlar: M. Burçak Kaya, Ege Tolga
Sahne Amiri: Pınar Güldü
Kondüvit: Safa Yetişen
Işık Kumanda: Mustafa Bal
Suflöz: Filiz Yılmaz
Dekor Sorumlusu: Ali Şimşek
Aksesuar Sorumlusu: Umut Polat
Terzi: Rabia İpek
Perukacı & Makyöz: Murat Akgün
Sinevizyon Sorumlusu: Deniz Çağlar Yakar

 

10 Mart 2024 Pazar

Önce diplomatlar savaşır, sonra askerler…

Önce diplomatlar savaşır, sonra askerler…

Birinci dünya savaşı öncesidir. Masa üzerinde bloklar oluşmuş, savaş senaryoları oynanıyor…

Dostlar ve düşmanlar…  

Savaş öncesi savaş masa başında ve diplomaside devam etmektedir.

Diplomasi savaşları her savaş öncesi kızışır, sonra sıcak savaşta güçler ortaya serilir ve anlaşma ile sonuçlanır...

Diplomasi masa başında yapılan savaş planına uygun şekilde uygulanır. Dostluk gösterileri yapılır savaşta güç gösteri yapanlar arasında, ikiyüzlülerdir ama olsun düşmanına gülen yüzler ile küfretme dönemidir... Diplomasi gülerek karşındakine küfür edip onu kızdırma ve hata yapmasını sağlamak gösterisidir bir anlamda. Hata yapan kaybedecektir kendi halkının gözünde. Savaşan taraflar için haklı olmak başlangıçta önemlidir, ölecek askerleri motive etmek için…  

Birinci dünya savaşı öncesi savaşa girecek ülkeler ve cepheler bellidir. Güçler karşılıklı olarak ayrılmış, müttefikler ortadadır. Savaşı belirleyecek büyük güç İngiltere ve Almanya’dır, diğerleri o büyük yanında yer alan güçlerdir. İngiltere deniz savaşında üstündür, savaşı kısa sürede biteceğini hesaplamaktadır, savaşın uzaması demek tüm güçlerin zayıflaması anlamına geleceği baştan bellidir...

İngiltere için iki devlet çok zayıftır ve iki zayıf devletten birini yanına almak zorundadır, tercihini Rusya tarafına yapmıştır, çünkü Rusya Prusya’nın ebedi düşmanıdır. Rusya yüzölçümü ve zayıfta olsa güçlü bir insan yığını ordusu vardır. Almanya için o sınırların genişliği gücünün zayıflaması anlamına gelmektedir. Bir de direkt Almanya ile sınırı vardır... İkinci seçenek Osmanlıdır... Ama Osmanlı Rusya’dan daha zayıftır, müttefik olan ülkeye bağımlı olacağı için güç zayıflatacaktır... Savaş sırasında müttefikler için bir anlamda sırtta taşınan bir “hasta” olarak algılanmaktadır. O yüzden İngiltere baştan itibaren Osmanlı Devletini Almanya'ya doğru iteklemektedir... Rusya’da hastadır ama Osmanlı Devletine göre yürüyecek konumdadır, fakat Rusya yardım almazsa iflas edecektir. Bu baştan beri bellidir, o yüzden iflas etmeden İngiltere güçlerini Rusya sınırına taşımak zorundadır...

Churchill Çanakkale’ye doğru gemilerini götürmesinin en büyük sebebi Osmanlı’yı savaş dışına tutmak değildir, Rusya'ya yardım koridorunu açmaktır... Fakat o hayali kısa sürede bitecektir, aceleci kararsı sonucu iktidar koltuğundan da olacaktır... Masa başında yapılan senaryolardaki ilk çatlak lider değişimi ile henüz savaşın başında oluşacaktır.

Almanya ise ona karşı kendi savaş stratejisini masa başında yapmıştır, komutanlarının ve askerlerin nasıl ve nerede ne yapacağı önceden bellidir, sürpriz olmaması gereklidir...

2. Wilhelm Osmanlı devletini üç defa ziyaret edecektir Bağdat Demiryolu hattı çok önemlidir. Lojistik ve enerji yoludur... Fransa etkisinde olan Osmanlı bürokrasi yapısı ve düşüncesine karşı Alman ekolünün yerleşmesi ve Alman askeri stratejisine göre yeniden yapılanması için kapı arkasında görüşmeler ve reformlar yapılması için baskı uygulamaktadır...

2. Wilhelm Osmanlı topraklarının genişliği ve enerji kaynakları açısından Almanya stratejisi için önemlidir. İkinci önemli şey ise halifelik kurumudur. Osmanlı devleti çok zayıftır ve her açıdan Almanya yardımına muhtaçtır ama elinde bir kozu daha vardır: halifelik.

Almanlar dini savaş için bir silah olarak kullanacağını baştan hesaplamıştır. Cihat çağrısı yapması için halifeliği zorlayacak ve o isteklerine ulaşacaktır...

Osmanlı padişahları ilk defa halifeliği bir güç olarak kullanacak ve tarihinde ilk cihat çağrısını bu savaşta yapacaktır... Fakat cihat çağrısının yankısı sınırlı olacaktır, İngiltere ve Fransa yanında savaşan Müslümanlar için cihat çağrısını etkisi çok olmaz. Almanya masa başındaki hesaplarında ilk yanılgısını bu çağrı ile alacaktır.

Almanya, Balkan savaşından çıkmış yorgun Osmanlı toplumunu savaş için hazırlamak zorundadır. Osmanlı devletinin Almanya yanında savaşa girmesinin en önemli sebeplerinden birinin şark cephesinde Rusya’nın insan gücünün parçalanmasıdır, çünkü Almanya için önemli cephe Fransa sınırıdır, Fransa'nın savaş dışına düşmesi demek İngiltere'nin Avrupa içinde hareket alanın yok olması anlamına gelmektedir... Almanya için İngilizlerin Rusya kartına karşı Osmanlı kartı elinde kalmıştır ve tek seçenektir... Almanya direkt Türkiye sınırına ulaşması için Bulgaristan’ı da yanına almak zorunda olduğunu bilmektedir ve savaşan iki tarafı aynı çatı altında savaşmaya ikna edecektir...

Masa başında yapılan hesaplar savaşın çok uzun sürmeyeceği ve kısa sürede Avrupa’da yeni güç dengesi kurulacağı hesaplanmaktadır, fakat masa işi cephelere pek uymaz...

Çanakkale'yi geçemeyen İngiltere Rusya devrimini engelleyemeyecektir...

Rusya'da yeni bir rejimin kurulması başta Almanya’nın işine gelmiş ama kapitalist ve emperyalist politikasına terstir...

Almanya, Rus devrimi ile rövanşını ileriye bırakacaktır...

Almanya için önemli olan sıcak savaştır ve o savaşta ne kadar cephe daralırsa, lojistik stratejisi uygularsa o kadar başarılı olacağını bilmektedir.

Birinci dünya savaşı emperyalistlerin dünyayı yeniden biçimlendirdiği ve sömürdükleri devletlerin bir bölümüne bağımsızlık vermeleri ile sonuçlanmıştır...

Masa başında yapılan plana uygun olarak (kimin ne yaptığının önemi yoktur, kim kazanırsa kazansın) Osmanlı devleti parçalanmış ve oluşan yeni güçlü devletler arasında yeni “uydu/tampon” devletleri kurulmuştur...

Savaşlar masa başında öncelikle başlar ve sonra meydanlara çıkılır… Savaş güçlüler arasında yapılır ve öncelikle kanlı çatışmalar kendi toprakları dışında gerçekleşir…

İsmail Cem Özkan

 

7 Mart 2024 Perşembe

Cevapsız soruları düşünürüm…

Cevapsız soruları düşünürüm…

Yakın geçmişe dair bir çok şeyi düşünürüm ama bir türlü cevabını da bulamam.

Onlardan biri ve belki de en önemlisi bugünler için atılan adımların başlangıcı olarak 1. Dünya savaşı öncesi ve sonrası karanlıktır benim için. O dönemin o kadar çok belirsiz ve üstü kapatılan olayları vardır ki, bizi el yordamı ile arayışa itekliyor. Küreselleşme ve yabancı kaynaklara ulaşma olanağı olunca karşılaştırmalı tarih yaşadığımız ana dair bakışımızı da belirlemeye başladı.

İzmir işgali ve süreci karanlıklar ile doludur, resmi tarih hep kahramanlık hikayelerini anlatır, bir anlamda destanlar ile tarih yazılır. Gerçekler yazılanlar ve bize anlatılanlar gibi midir?

İşgal bir devletin doğuşu için ilk kıvılcımdır.

Birinci Dünya Savaşını yenilgi ile atlatmış Osmanlı İmparatorluğu dağılmaktadır ve yeni devlet İzmir işgali ile bir anlamda kurulması garantilenmiştir. İzmir işgali olmasaydı Samsun'a çıkan İttihat ve Terakki Partisinin kadrolarının önü açık olur muydu?

Halkı yenilgi sonrası savaşa ikna edebilirler miydi?

Büyük olasılıkla savaş yorgunu bir halkı yeniden cephede savaşmak için edemezdi. Kurtuluş ya da kuruluş elde kalanlarla idare eden bir devlet olurdu ama sorunlar çözülemeyeceği için bir "Türk Sorunu" Avrupa politikası içinde hep varlığını koruyacaktır...

 Avrupa için Balkanlarda ve orta Avrupa içine yayılmış bir “Türk Sorunu” vardır. Balkanlarda oluşturulan devletçikler ile Türklerin (Müslümanların) Avrupa’dan Anadolu’ya göçü çete savaşları ile “zor” ile olmuştur...

Zor ile kovulanların bir devleti olacak mıydı?

Anadolu’ya zor ile gönderilenlerin bir devlet geleneği ve kültürü vardır, Anadolu ise o döneme göre unutulmuş topraklardır ve orada da "eşkıya" kol gezmektedir... Peki, eşkıya kime diyorlardı? Hıristiyan ya da gayr-i Müslimlerin hepsine genelde resmi kayıtlarda ve halk arasında Ermeni diyorlardı. Onlara yakın zamanda ilk dersi Abdülhamit Hamidiye Alayları ile vermişti ama onları bu katliamlar ve gözdağları durduramamıştı...

Eşkıya tıpkı Balkanlardan gelen Türkler gibi göçe zorlanacaktı…

Balkanlardan tehcir edilenleri temsil eden siyasi güç, Anadolu’daki yaşayanların büyük bir bölümünü de tehcir edecekti…

Birinci dünya savaşı yenilgi ile bitmiş, İzmir Yunan Krallığı tarafından işgal edilmişti...

Yoksul, köylü Yunan halkının ordusu başarılı olma ihtimali azda olsa vardı ama tüm lojistik, silahlar İngilizlerin elindeydi, onları verdiği mermi kadar mermileri, onların izin verdiği kadar gidebileceklerdi... İşgal edilen bir nokta değildi, her ilerleyiş kontrolü imkansız kılıyor ve zafere diye gidilen yol yenilgiye doğru koşu oluyordu...

Yunanlılar yenilecekti, çünkü geniş toprakları kontrol edecek ne güçleri ne de imkanları vardı...

Çete savaşları, düzensiz oluşturulan cepheler, vur kaç taktikleri ile zayıf olan daha da zayıflıyordu...

İngilizler için ise bir daha kendileri için “ayak bağı” olmayacağı bir yeni devlet oluşturma projeleri arasındaydı...

Mudanya'da mütarekesinde Yunan generali dışarıda bırakarak bir anlaşma yapılır.. Savaşsız, çatışmasız bir geri çekilme karara bağlanır...

Devletin merkezi artık Ankara’dır, kabul edilmiştir, muhatap alınmıştır...

Bursa'dan, Balıkesir’den, Çanakkale’den, Tekirdağ’dan, Kırklareli’nden çekilme sorunsuz olacak, çekilen yerler yaklaşık bir hafta sonra Türk askerleri tarafından doldurulacak, boşlukta oluşan yerelde yaşanan katliamlar, linçlerin önü alınacaktı....

Güç sahibi olanlar birden mazlum olmuştur, güçler değişince olan orada yaşayan "ötekileştirenler" olacaktır.

 Yunan işgalinde öteki olan Türkler, Yunanlılar gidince "öteki" bu sefer Rumlar olacaktır...

Roller değişimi birden ve ani değildir ama linç, paylaşım, işgal artık öteki olanın toprağındadır... Malına, mülküne, savaş ganimeti görülen çocuklarına doğru yapılacaktı...

Dereler, mağaralar birer infaz merkezi olacaktır, gözden uzakta ama sesler ile neler yaşandığından herkesin haberi olacaktır... Kiliseler camiye, çanlar eritilmeye gidecektir... Önce isimler değişecek, sonra tarihi unutturulması için geçmişten gelen yapılar ya yıkılacak ya da değiştirecektir...

Peki, kafamda oluşan soru şu; neden İzmir işgali öncesinde İstanbul bir Yunan şehri yapılmasına izin verilmedi?

İzmir Yunanlılar için çok öncelikli olduğu yer değildir, daha öncelik patrikhanenin olduğu yerdir, fakat nedense ikinci öncelikli olarak uydurulmuş "büyük Yunanistan" masalı ile krallık yel değirmenine saldıran Donkişot gibi Çeşme'de yer alan yel değirmenlerine saldırmasına izin verildi?

O zamanın ruhunda demografik yapı değiştirmek olağandır...

Sürekli ve dinamik değişimler "tehcir" ile olmakta, tehcir yolu ise katliamlar ile doludur...

İstanbul yeni devletin başkenti olmasına da izin verilmedi...

Ankara yeni devletin başkenti oldu ama neden Yunanlılar ilk etapta İstanbul'dan ayrılmaları için politika geliştirmedi de zamana yayıldı? İstanbul'daki “ötekilerin” nüfusu cumhuriyet tarihi içinde sürekli azalmaya devam edecektir.

İstanbul, Lozan Antlaşması ile "azınlık" kavramı ile Hıristiyan Ermeni, Rumlar ve Yahudiler güvence altına alınırken, örneğin Yezidiler, Süryaniler, Aleviler gibi bu toprakların köklü inancını taşıyanlar yok sayıldı?

Doğu Roma devletinin İstanbul’da Yunanlılar tarafından canlandırılması fikrine İngilizler neden karşı çıktı ve orayı bir çatışma alanı olmaktan çıkarıp, siyasi pazarlık alanı yaptılar?

Mudanya antlaşması Lozan’ın kapısını açmıştır ve orada siyasi sınırlar belirlenmiştir...

Mudanya olmasaydı Lozan olamazdı...

Tarih resmi yazıldığı gibi değildir ama resmi tarih neden hep satır aralarında gizlediği gerçekleri soru olarak sorulmasına dahi izin vermez?

İngilizler yaparken gizlidir her şey, ama zaman gelince gizli olanlar açıklanır, fakat hepsi yine de açıklanmaz, gizli kalan hep gizli kalınır, çıkarlar izin verildiği kadar açıklanır...

İzmir işgali yerine Yunanlılar İstanbul'u işgal etmiş olsalardı, Atina yerine İstanbul’u başkent ilan edebilirler miydi?

İzmir işgali kontrol edilemeyecek topraklara yayılmak anlamına geldiği gerçekken, Marmara’dan gelen bir işgalin daha az alanda daha stratejik alanı kontrol etmek anlamına gelmiyor muydu?

İstanbul işgal altındaydı, fakat izin verilen etkinlikler oluyordu, zor ile bastırma yerine kontrollü şekilde hareket etmelerine göz yumuluyordu... İşgal altında grevler, mitingler, yeni siyasi partiler kurulurken, işgalciler ile yurtseverler arasında büyük çaplı çatışma olmuyordu...

İngiliz’in odunu sonra çıkar mı oyunu?

Tarihin o kadar çok bilinmeyeni var ki, nereden bakarsanız bakın hep karanlık ve anlaşılması zor ama hissedileni bol olan bir alandır…

Yakın tarihimizde cevapsız soruları düşünürüm… bugünü anlamak için geçmişi bilmek gerek ama geçmiş çok muğlak ve karanlık noktalar ile dolu…

İsmail Cem Özkan

 

21 Şubat 2024 Çarşamba

Kaderimize hep tek yönlü yollarda yürümek düştü...

Kaderimize hep tek yönlü yollarda yürümek düştü...

Birinci dünya savaşı öncesidir. Balkanlar savaşları ile Osmanlı Devleti artık bir Anadolu devleti olma özelliğine doğru “zorunlu göç” yaşanmıştır. Her kitlesel göç kavramı aslında bir anlamda soykırımdır, çünkü göç edilen yerlerde kültürün de kazanması ve yerine yeni sahiplerinin kültürünün konumlanmasıdır... Eskiye dair ne varsa yok edilir ya da yeni sahiplerinin ihtiyacına göre dönüştürülür.

Balkanlardan koparılan Türklerden sonra Avrupa’da artık “Türk Sorunu” yoktur!

“Hasta Adam” olarak tanımlanan devletin parçalanması ile güçlü devletlerin masasında, strateji uzmanlarının hazırladığı haritalarda yeni gelişmelere uygun şekilde güncellenmiştir.

Balkan savaşları henüz bitmişken, Avrupa’nın yeni ve en genç gücü Prusya / Almanlar yeni hedeftir...

Almanlar düşmanlaştırma sürecindedir, bu süreç savaşa doğru hazırlıktır.

Düşmanlar ile çevrili bir alanda yeni bir devletin oluşturması çok güçtür ama bunu Almanlar başarmışlar. Almanlar sanayisi, savaş için yeterli altyapısını oluşturmaktadır.

Devletlerin uluslaşma sürecinde Avrupa'nın ortasında bir mucize gerçekleşmekte...

Uluslaşma aynı zamanda yeni sömürü modelini de ortaya çıkarmıştır. Emperyalizm zamanın ruhudur. Almanlarda bu ruha uygun politikalar ve yeni kaynak arayışındadır... İngiliz ve Rusya arasına sıkıştırılmış Almanlar "hasta adamın" topraklarından da pay istemektedir...

Pay almak için Almanlar Bağdat Demiryolu hattı Konya’da ilk kazmayı toprağa dokundurduğu anda, kaderimiz çizilmiş gibidir. Bizim alnımıza kazınan yeni yol haritamızda: İngiliz ve Rusya’nın hedefindeki Almanların ittifakı olmaya zorlanacağımız bir süreçte ortaya çıkmıştır. Yanına alırlarsa toprakları istedikleri gibi çizemeyeceklerdir, o yüzden yenileceği önceden tahmin edilen ittifakın içine sürüklemek, toprağın sınırlarını çizme hakkını da ortaya çıkarmaktadır.

Birinci dünya savaşı başladığında bizim ittifak seçme hakkımız yoktu...

Tek yönlü gidilen bir yolda, zorunlu ve istem dışı geliştirilen politikalarla bir anlamda savaş hükümetine dönüşmüş bir hükümet söz konusudur. İktidardaki partinin hürriyet hedefinden kısa sürede çark etmek zorunda kalmış ve savaştığı/ düşmanlaştırdığı Abdülhamid'e benzemişti. Abdülhamid'in politikanın karikatürize edilmiş mirasına sahip çıkmıştır...

Tarihimizde demiryolu sanayileşme adına atılmış en önemli adımdır ama aynı zamanda bizim ilerideki Suriye sınırımızı belirleyecek bir hatta dönüşeceğini kim bilebilirdi?

Balkanlardan göçe zorlanan Türkler, Anadolu içinde yeni yaşamlarını kurarken, bir anlamda Avrupa’dan Anadolu toprağına medeniyet getiren bu tehcir kurbanları, yeni kurbanlar yaratacak politikanın da dayanağı/zemini de olacaktır...

Emperyalizm zamanın ruhudur ve devletler paylaşım savaşına doğru hızla gitmektedir... Büyük savaş için girdap oluşmuştur, o girdap içine halkları, devletleri içine alarak savrulmaya başlamıştır.

Bizim o tarihlerde topraklarımızın çoğu çöldür ve çöl fırtınası içinde savrulmaktadır... Yakın tarihimizde bizim için parçalanmanın başlangıcı Balkan Savaşları olarak gözükebilir ama esas parçalanma Birinci Dünya Savaşında gerçekleşecek, sonuç olarak Anadolu’ya sıkışmış bir devlet ile bu oluşan girdaptan çıkacaktık...

Kaybımız çöl kumudur ama çöl kumu altında bıraktığımız insanlarımızın kanı, vücudu ve yeni sanayinin ihtiyacı olan petroldür... Petrolü alanlar bize çölleşmeye yüz tutmuş topraklarda yaşama hakkını verdiler. Bu topraklar içinde dünya güçler dengesinden hep uzakta yaşayan, geçiş ya da başka söylem ile tampon ülke olma özelliğine doğru iteklendik. Bu ülkede çağdaşlaşma adına yapılan her adım, içte geliştirilen muhalefet ile çağdaşlaşma için atılan tek adıma karşı iki adım geriye doğru gitmişiz. Osmanlı yürüyüşü ne yazık ki yeni kurulan devlet içinde geçerlidir. Kaderimiz değiştirmek için tarih içinde birçok örnek olmasına rağmen, bizim siyasetimiz: emperyalist politikaların ve devletlerin her zaman adamı olmuş, onların çıkarı bizim çıkarımızdan daha öncelikli görülmüştür.

İşgal altında İstanbul’da oluşturulan politikalar ve manda isteyenler yeni cumhuriyetin ruhunu belirlemiş ve Osmanlı’dan günümüze kadar devam edecek özel kolejlerin, okulların devamı sağlanarak eğitimde fırsat eşitliği ortadan kaldırılmış, parası ve devlet içinde ayrıcalıklı olan ailelerin çocukları her zaman diğer çocuklardan daha farklı kültüre sahip olarak yetiştirilmiştir.  Ülkemizde hiçbir zaman fırsat eşitliği olmamıştır. Eşit vatandaşlık hiçbir zaman olmamıştır, aynı şekilde laiklik bize özgü bir anlatım olarak kalmış ama özde laiklik hiçbir zaman olmamıştır. O yüzden bu kabul edilmeyen nedenler hala ülkenin en zayıf yönünü ortaya çıkarmakta ve hiç bir zaman bir arada, birlikte, ortak hedefe doğru giden politika oluşturulamamıştır…

İsmail Cem Özkan

20 Şubat 2024 Salı

Darbeden sonra Dev - Yolcuların örgütlenme arayışları…

Darbeden sonra Dev - Yolcuların örgütlenme arayışları…

 

Notabene yayınevinden çıkan Darbeden Sonra Devrimci Yol 1980-1992 adlı kitap tarih yazıcılarına katkı sunacak bir derleme kitabıdır.  Kendi duruşunu ortaya koyarak dönem hakkında zaman zaman fikirlerini beyan etmiş, bir anlamda taraf olduğunu da yazar vurgulamaktadır.

 

Kitabın tümünden çıkarılacak sonuç: 1980 ve sonrası süreç bir anlamda yenilgi ve sonrasında Devrimci Yolcuların örgütlenmek adına yaptıklarının ders alınacak öyküsüdür. Öykü henüz bitmiş değildir ama uzun bir de yol alınmıştır.

 

Kitap, “Devrimci Yolcular 12 Eylül sonrası mücadele etmemiştir!” suçlamalarına karşı, bir Devrimci Yolcunun kanıtları ile yanıt niteliğini de taşır, çünkü merkezi yapının yakalamasına rağmen Devrimci Yolcular bulundukları noktada yaşam alanları oluşturmuş, direnmişler, mücadele etmişler ve merkezi yapısı olmasa da sürekliliğini korumuştur.

 

12 Eylül sonrası yenilgi sonrası ve yenilgi sürecinde başlangıçta yurtdışında oluşturulan merkezi yapı ve o yapının olaylara müdahalesi ve sönümlenmesi ayrıntılı bir şekilde kitapta yerini almış. O dönemi merak edenler için genel fikir verecektir, elbette o süreci anlatacak kitaplar çıkmaya devam edecek, ayrıntılar ile bireylerin duyguları da zaman içinde anı kitaplarında ortaya serilecektir.

 

Siyasi bir örgütlenmede önemli olan devamlılıktır. Bugün Devrimci Yol adı hala geçiyorsa bir devamlılığın var olduğu ve merkezi örgütsel yapısı olmazsa dahi Devrimci Yol ilkelerini ve ideallerini paylaşanların toplum içinde var olduğu anlamına gelir…

 

Yenilgi sonrasında ülke içinde gelişen örgütlenme arayışları…

 

1985 yılından itibaren sıkıyönetimlerin kalkması ile birlikte ülkede açık faşizmin yerini daha kontrollü ve kısmi özgürlüklerin yaşanması ile birlikte 12 Eylül öncesinden gelen siyasi birikimleri, tarihi mirası taşıyanlar, örgütlerinin ideallerini taşımak adına bir araya gelmelere başladığı dönemdir…

 

80’li yılların ikinci yarısı değişik siyasi örgütler veya taraftarları bu dönemde dergi çıkardıkları günlerdir.

 

Gençlik hareketi geçmişten gelen öncülük görevini bu süreçte de görmekteyiz. Öğrenci derneklerinin kurulması, tartışmalar gençlik içinde bir hareket alanı yaratırken, ister istemez el yordamı ile kendisine yol arayanlar 12 Eylül öncesinden gelen ağabeylerinin, babalarını ya da yakınlarından duydukları örgüt isimlerinin yaratmış olduğu aidiyet duygusu ile düşünsel olarak birbirine yakın gördükleri ile yan yana gelme sürecidir.

 

Dernekler, sıcak tartışmaların olduğu süreçtir…

 

Bir anlamda 12 Eylül karanlığı bitmiş havası içinde öğrenci dernekleri ile demokrasi filizlenmektedir. Öğrencilerin inatçılığı, direnci polisin ve devletin yapmış olduğu operasyonları boşa çıkarmış, dernekler kendi akacağı yolunu açmıştır. Bu döneme paralel olarak öğretmenler, öğretim elemanları ve kamu çalışanlarının da örgütlenme çalışması vardır…

 

Sol fraksiyon ayrımı yapmadan bir arada, ortak bir şey yapma girişimlerinin olduğu süreçtir.

 

Devrimci Yol bu sürece merkezi örgütlü müdahil değildir ama geçmişten gelen kalabalık ve büyük yerel örgütsel yapısı var. Doğal olarak nerede bir demokrasi mücadelesi varsa orada bir Devrimci Yolcu veya kendisini oraya yakın olan biri mutlaka vardır… Devrimci Yolcuların içinde yer aldığı her oluşum bir anlamda kendi öznellerinde “arayış” örgütüdür. 

 

Öğrenci Dernekleri sürecinde dergilerde yayınlanmaya başlanır, bu süreçte elbette kendisine Devrimci Yolcuyum diyenlerinde dergisi olması kaçınılmazdır, orada amaç bir merkezi yapı kurmak değildir. Derginin işlevi var olan mirası ileriye taşımak, var olan karmaşada yan yana gelme, bir tartışma platformu olması düşüncesindedir… Yayınlanan tüm dergilerde yok edildiği düşünülen bir yapının aslında yok olmadığı, ortam oluştuğunda Devrimci Yolcuyum diyenlerin yan yana geleceğini göstermesidir.  

 

Yani bir hareket kurmak, yeni bir şeyler söylemek değil, Devrimci Yol mirasına sahip çıkmaya çalışanlara karşı “öyle yağma yok, biz buradayız” denmektedir… 

 

Mayıs, Demokrat Arkadaş, Demokrat Ekonomi, Türkiye Yazıları, Demokrat Muhalefet, İşçilerin Sesi, Devrimci Gençlik… gibi dergiler de merkez olma, hareketi temsil etme ve onun adına konuşma ve yazma hakkına sahip olduğunu belirtmemiştir. Dergiler ve çevresi yaşanan olaylara yazıları ile korsan veya yasal eylemler ile müdahil olmaya çalışırlar…  Her dergi çevresi, başka çevrelerin oluşmasına da neden olmuş, dergiyi eleştirenler dergi dışında bir araya gelmiş ve örgütlenmeye çalışmışlar ve yeni dergilerin oluşmasına katkı sunmuşlar. Bütün bunların dışında yer alanlar değişik şehirlerde otonom yapılar oluşturmuş ve kendi anlayışlarına uygun eylemlikler yapmışlardır. Bunlar ile ilgili bilgiyi kitapta bol bol bulacaksınız.

 

Yazar kitapta bölümler halinde olayları ayrı ayrı ele almış o olayların içinde yer alanların gözlemleri ve konuşmaları üzerinden yıllar içinde gelişen Devrimci Yolcuların bir araya gelişleri ve oluşturdukları birliklerin sönümlenmiş tarihini yazmaktadır.

 

Ortada merkezi yapısını korumuş, olaylara müdahil olan Devrimci Yol örgütü yoktur ama 1985 ve sonrası yıllar Devrimci Yolcuların örgüt aradığı, el yordamı ile kendilerine bir yol açmaya çalıştıkları yıllardır. Kitabı okurken Vedat Türkali'nin Bir Gün Tek Başına romanı okur gibi oldum. Kapı kapı dolaşıp örgüt arayanların çaresizlik yılları ve sonrasında açılan davalar, uzun süre cezaevinde örgütlü olmadıkları halde merkezi örgütlü gibi yatmaları…

 

1990 oluşturulan “Devrimciler Platformu” ile ilk defa ülke içinde kısmi olsa da bir anlamda “merkezi yapı” oluşturulmuş. Merkezi yapı oluşturanlar kendilerini anlatmak için Devrimci Yol liderlik kadrosu ile görüşmeye gitmişler. Ve o görüşmede beklemedikleri tepki almışlar, çünkü onlar “yeni örgüt ihtiyacı vardır ve biz bunu oluşturduk, geçmişin örgütsel yapısı bugünü kucaklayamıyor” derken Oğuzhan Müftüoğlu “Ben yaşadığım sürece Devrimci Yol vardır. Kimse Devrimci Yol artık yok diyemez.” diyerek tartışmaya son noktayı koymuştur.

 

Bir yıldan az yaşayan “Devrimciler Platformu” İstanbul başta olmak üzere kadroları ile olaylara müdahil olmuş, birçok alanda birden hareket etme özelliği göstermiştir. Bu örgütlenme deneyimi de kısa bir süre sonra başlayacak olan “Tartışma Süreci” içinde dağılacaktır.  Bu süreç kitap içinde ayrıntılı bir şekilde anlatılmıştır.

 

Kitap eksikliklerine rağmen tarihi olayları kronolojik isteyenlere için bir başvuru kaynağı olmuştur. Bu kitap ile o kronoloji içine girmeyenlerde kendi notlarını yayınlayacağını umuyorum, çünkü Devrimci Yol İstanbul, Ankara ve İzmir’den oluşmamaktadır.  Ülke sathında açılan davalar ve o davalarda yakını olanlar da bu karanlık dönemde otonom olarak kendilerini koruyan ve ideolojilerini anlatan çalışmalar yapmıştır, henüz onların hikayesi gün yüzüne çıkmamıştır. Cezaevi süreçleri ve o süreçlerin ortaya çıkarmış olduğu hayal kırıklıkları, direnişler, yeniden bir araya gelen yoldaşlık ilişkisini dostluk ilişkisine döndürenler… Bir de halk tabiri ile “eteğine taş dolduranlar”, o taşı zamanı gelince atmak için fırsat kollayanlar… Eteklerinde taş depolayanların yaratmış olduğu olumsuz havalar da bu sürece dahildir.

 

Her şeye rağmen Devrimci Yolcular merkezi bir örgütleri olmamasına rağmen hayata müdahil olarak katılmışlar ve taraf olduklarını göstermişlerdir. Günümüzde Devrimci Yol fikriyatını savunan siyasi partiler, dergi çevresi, otonomlar mevcudiyetini koruyor. Var olan zamanın kitabı da sanırım ileride yazılacaktır.

 

Ertuğrul Bilir, uzun bir süreçte bu süreç içinde yer alanlar ile görüşmüş, kaynak taraması yapmış, çıkan yayınları incelemiş. Sabır ile ince ince işlediği kitabı okuyucusuna sunmuş… Devrimci Yol 12 Eylül sonrası tarihini merak edenler için başvuru kitabı olma özelliğini koruyor. Kitaptan yararlanacaksınız, kendi tecrübenizi aktararak yeni basımlara katkı sunabilirsiniz…

 

İsmail Cem Özkan

 

Darbeden Sonra Devrimci Yol 1980-1992

Ertuğrul Bilir

NOTABENE YAYINLARI

ISBN: 9786052604168

 

19 Şubat 2024 Pazartesi

Bir insan iki cinayet!


Bir insan iki cinayet!

 İnsan yaşamında iki defa ölebilir mi? Sorusu size garip, anlaşılmaz, imkansız olarak gelebilir, fakat okuduğum kitap bu sorunun yanıtının evet olduğu kanısı bende uyandırdı. Fatma Nudiye Yalçı ülke içinde ve ülke dışında bir cinayete kurban gitmiştir. Ödünsüz, inandığı yaşamı yaşayan, düşüncesini inat ile devam ettiren, haklı olduğunu ve sonunda kazanacağı bir dünya özlemi içindedir. Kitap tercümesi yapar, yazılar yazar. Aydın ve iyi eğitim almış biridir. Babıali sokakları ve çevresi yabancı değildir. Dönemin solcuları arasındadır, batı eğitimi aldığı için dünsüzdür. Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu ile evlilik yapar ve ondan Marksizm ve sosyalizm fikri ile tanışır ve onun hayatı bir anlamda o tercih ile değişir. Sertellerin çıkardığı Resimli Ay dergisi o dönemde aydınların uğrak yeridir, bir anlamda orada bir araya gelinir, arkadaşlıklar kurulur ve yeraltına itelenmiş sol düşüncenin nefes aldığı bir alandır. Bu arada boşanır. Artık bağımsız, ödünsüz bir kadındır.

Resimli Ay dergisinde Hikmet Kıvılcım ile tanışır. Kıvılcım ile birlikteliği yoldaşlığa, mücadele arkadaşlığına doğru evirilmiştir. Zamanlar Kıvılcım ile birlikte kurdukları Marksizm Bibliyoteki adlı kitabevine doğru taşır. Kıvılcımlı Kütüphanesi adı altında yayıncılık yaparlar, orada Marksist kitapların tercümesini yapar.

Devlet onların yaptığı çalışmalardan rahatsızdır. Genç Cumhuriyet homojen bir ulus devleti kurma derdindedir, kuruluşunu komünist düşmanlığı üzerine kurulmuştur. Komünistlerin okudukları Marksist kitapların Türkçeye kazandırılması devleti rahatsız etmektedir. Henüz kitap piyasaya çıkmadan yasaklanma kararı alınabiliyor, çıkanlar ise toplatılıyor…  Nazım Hikmet popülerdir, şiirleri elden ele dolaşmaktadır. Genç Cumhuriyeti bunlar çok rahatsız eder, devlete bir anlamda başkaldırı olarak algılanır. Ve cezalandırılmaları gereklidir ama öyle bir ceza verilmelidir ki o yola eğimli insanlara gözdağı verecek, devletin gücü gösterilecektir!

Bir biri ilgisi olmayanları bir araya getirecek ve zamanımızda da bol bol uygulanan kumpaslar kurulacaktır.  Askeri öğrencilerin odasında Nazım Hikmet’in şiiri bulunacak… Bu şiirlerin izleri takip edilerek Kerim Korcan adında bir gence iş bağlanır. Kerim Korcan Marksizm Bibliyoteği  kitabevinin müdavimidir, oradan çıkan kitapları okumakta ve okutmaktadır.  Abisi ise o şiir bulunan askeri kışlada askerdir. Sonuçta şiir onların odasında bulunmuştur. Kurgulanmış soruşturma için ortam oluşmuştur ve operasyon başlar. 25 Nisan 1938'de, Hikmet Kıvılcımlı ile Fatma Nudiye Yalçı, beş gün sonra da, Kerim Korcan gözaltına alınmış, Sansaryan Han’da meşhur işkencelere tabi olurlar ve Korcan burada “itirafçı” olur.  Ve tarihimizi meşhur Donanma davası (10 Ağustos 1938) başlayacaktır… Yavuz Zırhlısında yapılan yargılamalar sonucunda “orduyu isyana teşvik ve komünist faaliyette bulunmaktan” dolayı önceden verilen karar uygun olarak suçlu bulanacaklar (29 Ağustos 1938).  Fatma Nudiye Yalçı bu karar üzerine ülkenin değişik yerlerinde yer alan cezaevlerinde uzun bir süre (on yıl) kalacaktır. Bu süreç içinde Kıvılcımlı ile aynı şehirlerde bir arada olamazlar, cezaevleri farklı farklıdır ve evli olmadıklarından dolayı da farklı bir çizgi izler. Kıvılcımlı cezaevinde başka bir kadın (Emine Hanım) ile gönül ilişkisine girer ve cezaevinden çıktıktan sonra onun ile evlenir. Fakat bu evlilik yoldaşlı ortadan kaldırmaz.

Dr. Hikmet Kıvılcımlı cezaevinden çıktıktan sonra (1950) Vatan Partisini kurar, Fatma Nudiye Yalçı ise (1954) yılında partiye üye olur ve çalışmalara katılır.  1957 yılında seçim çalışmalarında yaptıkları konuşmaları suç olarak tespit eden devlet partiyi kapatır ve dava açar. 1958 yılında tutuklanır ve iki yıl hapis kaldıktan sonra serbest kalır.  Hakim karşısında "... vatandaşı ezmek, adaleti hiçe saymak, kanunları parçalamak cinayettir." diyerek isyan eder, çünkü üzerine suçlar atılmıştır, yasalar içinde yapılan çalışmalar olmasına rağmen parti kuruluşundan itibaren suçlu ilan edilmiş ve yeterli gerekçe gösterilmeden yukarında alınan bir karar ile cezaevinde kalmışlardır. Suçsuzluklarını bilirkişilerin verdikleri raporlar ile ortaya çıkmıştır, serbest kalmışlardır.  

1965 yılına kadar değişik işlerde çalışır, ama o devletin istenmeyen insanıdır. Zor koşullar altında yaşamı sürerken Dr. Hikmet Kıvılcımlı birlikte aldıkları karar sonucunda 27 Kasım 1965 tarihinde Sirkeci Garından Bulgaristan’a doğru yola çıkar. Bulgaristan’dan sonra Doğu Almanya’ya geçer, orada Bizim Radyo’da kısa süre çalışır ve yeniden Bulgaristan'a döner. TKP adına İsmail Bilen ilgilenmemiş, o da “istenmeyen insan” ilan etmiştir bir anlamda. İlk ölümünü Türkiye'de işkence ve cezaevi süreci zamanında ilgisi olmayan olaylardan kurmaca suçlar ile almış, hayatının önemli bölümünü tabutluk denen hücrelerde, nemli cezaevlerinde kalmıştır. Üretmesi gereken yıllarda o cezaevi kısıtlı ortamında yaşamaya zorlanmış, bir anlamda onu orada yaşarken öldürmüşlerdir… İkinci ölümünü yurtdışında yaşayacaktır. Otorite karşısında dik duruşu, inancını ve hayata birlikte baktığı yoldaşını koruması onun sonunu hazırlayacaktır. Tedavi için gittiği Varna’da ayağı kayarak öldüğü kayıtlara geçmiştir. (1969) O dönemde tesadüf bu ya muhaliflerin çoğu ayağı kayarak ölmüş… Yıllar sonra mezarı bulunmuş ve mezar taşına Latince “Home sum, humani nihil a me alienum puto / insanım, insancıl olan hiçbir şey yok ki bana yabancı kalsın.” Marks’ın sözünü yazmışlar…

Yukarıda okuduğunuz tüm bilgiler “Fatma Nudiye Yalçı, Kadın Komünist Yoldaş” kitabının içinde yer almaktadır. Belgeleri ile söyleşiler ve anılar içinden cımbız ile çekilen gerçekleri okuyucusuna sunuyor. TKP tarihi içinde farklı bir profil çizer Kıvılcımlı ve çevresi. Onların muhalif duruşu, ödünsüz inançlarına sahip çıkmaları, parti ve Sovyet çıkarı böyle gerektiriyor susalım dememişler, bize özgü, bizden bir politik hat çiziyorlar ve başlarına hem devletten hem de dostlarından gelen baskıyı ve parmak izi bırakılan cinayetleri anlatmaktadır… Tarih bizim ama bizim tarihin ne kadarını gerçekten biliyoruz... Yalanlar ve saptırılmış gerçeklikler arasında sıkışmış gerçekler bir bir zaman içinde ortaya çıkacak mı?

 

İsmail Cem Özkan

 

Fatma Nudiye Yalçı

Kadın Komünist Yoldaş

Memnune Kayagil

Belge Yayınları

ISBN:9789753448079

 

13 Şubat 2024 Salı

Zaman değişiyor, ruh hep aynı kalıyor!

Zaman değişiyor, ruh hep aynı kalıyor!

Zaman değişiyor, kişiler çoktan tarihin sayfalarına da yerini almış, devletin mekanizmasında rol alanlar hiç değişmiyor. Rejimler değişse de, ülke isimleri değişmiş olsa da sanki ölen yokmuş gibi aynı hatalar, aynı şiddet, aynı önyargı ile insanları ötekileştirip, onlar ile sonu gelmez savaş içinde… Bir anlamda tarihin değişmez rolü, geçmişte hiciv edilmiş devlet adamları/insanları bugün de hiciv edilmeye devam ediliyor…

Sahnede büyük bir daktilo, yanında satış kasası, arkasında Markopaşa dergisinin birinci sayfası, yan tarafında ay…  Ay, bende Resimli Ay dergisine doğru bir çağrışım yaptı. Serteller tarafından çıkarılan dergi, mizah dünyamızın önemli kilometre taşlarındandır, bir anlamda Markopaşa dergisi onun çizgisini devam ettirecektir…  Sahnedeki dekor insanı ister istemez ikinci dünya savaşı yılları ve hemen sonun doğru zamana davet ediyor…

“Faşizme selam, komünistleri / aydınlar baskı altına al” süreci…

İkinci dünya savaşı yaşandığı zaman diliminde ülkemizde bir sıkıyönetim hakimiyeti var. Meclis kararı ile sıkıyönetim sürekli uzatılmaktadır. O dönemi genellikle günümüzde sürekli tekrarlanan “ekmek” meselesinden biliriz. Ekmek, karne ile dağıtır o yıllarda, elbette dağıtımında haksızlıklar, kayırmalarda olur, fakat o yıllarda bir de “aydın kırımı” vardır. Aydın, solcu, muhalif olanlar “komünist, Moskova uşağı” olarak fişlendiği yıllar… Sıkıyönetimde en fazla siyasi şube mesai yapar. Siyasi şubenin merkezi Eminönü’ndeki Sansaryan Han’dır. Oranın tarihi aydın kırımının tarihidir bir anlamda, kimler gelip geçmiş oranın sorgu odalarından? Sadece o yıllarda mı kullanıldı, elbette değil, devlette devamlılık esastır, uzun yıllar o han işlevini solcular ve muhalif olanlar üzerinde ayrım yapmadan uygulamıştır.  

Açlık ile aydınları hizaya getirmeye çalışan bir Hitler hayranı iktidar ve o iktidarın Hitler’den ödünç aldığı direktifleri, fikirleri karikatürize ederek / abartarak ülke içinde uygulamıştır. Varlık Vergisi ile azınlıkların elinde olanları alıp, Türk sermayesi yapma girişimlerini hiç saklamadan uygulamıştır… “Faşizme selam, komünistleri öldür, azınlıkların elinde olanı al” süreci…

İkinci dünya savaşı henüz bitmiştir, ülke içinde dünyadaki gelişmelere paralel olarak kısmi bir özgürlük havası oluşmuştur, en azından açıkça Hitler taraftarı politikalar günlük siyaset içinde uzaklaşma söz konusudur. Henüz iktidar değişmemiştir, Saraçoğlu iktidarı devam etmektedir. Açlık ile hizaya getirmeye çalışan aydınlarda bu dünyadaki gelişmelere paralel olarak bir umut içindedir. O süreç içinde Sabahattin Ali, Aziz Nesin yan yana gelerek bir dergi çıkarma fikrini ortaya atar, o güne kadar çıkan mizah dergilerinden farklı ve gerçek bir toplumsal hiciv dergisi olacaktır. Markopaşa dergisinde yazarların isimleri olmayacaktır, her söz derginin sözü olacaktır. 

Osmanlı devletinden ödünç alınanlar, sanki ödünç değildir, meçhule giden zamanda, sanki sürekli aynı şeyleri yaşar gibi tekrar tekrar dönüyor…

Markopaşa dergisinin öyküsü, o derginin arka fonunda geçen toplumsal çalkantıyı izleriz. Bizi hayal dünyasına davet ederken ilham perileri bizi o döneme uçurur. Oyuncuların kıyafeti askılı pantolon, gömlek kıyafet olarak seçilmiştir. Askılı pantolonlar bir zamanlar modaydı, bir dönem kullanıldı ve sanırım yok oldu gitti…  Çok sade kıyafetlerde ne abartı vardır, ne de gözü yorar, donmuş zamanın kıyafetidir. Sahne ortasında küçük bir masa ve etrafında tabure. Sahnenin iki tarafında yer alan mikrofonlar. O mikrofonlar çok önemli bir işlevi vardır, oyunun arka fonunda uçan bir martı sesi olur, bir efekt, bir toplumun sesidir, bölümler arası geçiştir öte yandan…

 İlham perileri kimlere ilham vermektedir? Sabahattin Ali, Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz. Aynı periler gerçek hayat içinde birden fazla role bürünür, dizgici, mizanpaj ve çaycı… Mahir, Hamza ve Seyfi. Üç isimde Arapçadan ödünç alınmış ülkemizde çok sık duyduğumuz isimlerdir, seçilen isimler rollerini de anlatır bir anlamda … Dedikoduya meraklı ama aydın Ermeni kadın, onun komşusu orta sınıf bir Türk kadının rolünden, kulağı duymayan, gözü görmeyen vapurdaki meraklı yolculardır bu üç peri… Oyun baştan sona bir imgeler ve göndermeler üzerine kurulmuştur… Her gönderme günümüzde de devam eden bir soruna parmak basar. Özneler değişmiştir ama içerikler ne yazık ki devam etmekte…

Oyuncular her rolün hakkını veriyor, hatta rolden role geçerken seyirciyi öyle bir alıyor savuruyor ki, seyirci ister istemez her öykümün içinde karakterin kim olduğunu hemen anlıyor, devamlılık, sürükleyicilik muhteşem. Gerek ses, gerek mimik, gerek vücut dili ile her oyuncu sahnede kelimelere hayat verdiğini seyirciye hissettiriyor… Periler zaman zaman canlandırdıkları kişilere fırça atıyor, sana söylemedi mi, yapma, bak başına gelecekler derken aslında onların cesaretini, o kavgacı yönlerlerini öyle bir ortaya seriyor ki, her insan bugün dahi yapmaya cesaret edemeyeceği bir büyük bireysel ve arkadaş dayanışmasını, kardeşliğini de anlatıyor.

Dergi etrafında üç insan, daha sonra onlara katılanlar ile büyük bir birikim ortaya çıkarıyor.

Sadece üç insan değildir, dergiye yazı yazan, dizgi yapan, mizanpajından yazı işleri müdürlerini içine alan kocaman bir aile olurlar, okuyucusu ile toplumsal muhalefete dönüşüyor.

Dergi beklenmeyecek kadar ilgi görür, ilgi gören bir dergiye de iktidarın gözlerinin dikilmesi kaçınılmazdır.

O dönemin iktidarının görüşleri dışında görüşün filiz atmasına izin mi verilecektir, elbette hayır! Önce maddi baskı başlar, arkasından basılacak matbaalar bir bir korku ile baskı yapmamaya ikna edilir, arkasından polis ve siyasi baskı…

Dergi siyasiler işlerine geldiği kullanmayı da ihmal etmez, hatta Markopaşa dergisi sıkıyönetimin uzatılması için meclis görüşmelerinde bahane olmuştur.  Okuyucuna gözdağı vermek adına, yazarları bir bir tutuklanır, sorgulanır. Dergiyi toplum içinde okuyanlara gözdağı verilir, baskı henüz sonuçlanmamıştır, bitmiş bir şey yoktur havası verilmeye özen gösterilir.

Dönem tek partili dönemdir, gerçek muhalefeti bir dergi ve etrafındaki insanlar olmuş, sessizlerin sesi olmuştur.

Mizahın dili, her türlü baskı aygıtından daha keskindir, toplum içinde dergi toplu okunur, konuşulur olmuştur. Matbaalar basmaya korktuklarında dergi teksir makinesi ile çoğaltılır, çare tükenmemiştir, fakat iktidarın baskısı bitmemiştir. Azizi Nesin Bursa’da sürgün hayatına başlamıştır, Rıfat Ilgaz tedavisine devam etmektedir, Sabahattin Ali ise uzun bir yolculuğa doğru iteklenmektedir…

Mahkemeler Markopaşa için çalışmaya başlar. Aldığı kararlar ve yasaklar sonucu Markopaşa, birçok kez isim değiştiriyor; Merhumpaşa, Malumpaşa, Ali Baba vs. isimleri alıyor, sonra “nedense” ismine “tekrar” kavuşuyor, fakat Markopaşa bu kez Orhan Erkip’in gazetenin imtiyazını sahte olarak ele geçirmesi ile “komünist avcılığı yapan gazete” haline gelmesi… Kötülük her yeri kuşatmıştır, özgürlük, insan gibi yaşamak, fikir hürriyeti isteyenler karanlığa doğru çekilip orada boğulmak istenmiştir. Saray entrikaları devlet politikası olmuştur.

Derginin çıkışında “maksadımız, sadece gülmek için gülmek değildir. Gülerek düşünmek ve faydalı olmaktır.” denmiş, amacına uygun çıktığı sürece yayın yapmıştır.  Siyasi hiciv dergisi, siyasi kara mizah oyunu ile yeniden hayat bulmuş, bizlerde onu sahneden izledik.

 Amacına uygun, amacını taşıyan oyunda emeği geçenlere ayrı ayrı teşekkür ederim. Sahne düzenlemesinden, seçilen müziklere, ışık düzenlemesi, efektler ile oyunculara hareket alanı bırakmaları, oyun içinde sesleri ile yaptıkları efektler, taklitler ile ve bana göre en önemlisi seyirci ile girdikleri diyalogları ile muhteşem bir oyun. Sahne aydınlık, salon karanlık gelebilir sizlere, gözlemim tersidir. Salon sahneden yayılan ışık ve cümleler altında seyirciler hem gülmüş, hem düşünmüş hem de derginin çıkışına uygun aydınlanmışlardır…

Erdem Akakçe, Bülent Çolak, Fatih Koyunoğlu üçü de sahnede oyunun ruhuna, perilerin onlara verdiği ilham ile bizi bir dünyaya davet ettiler ve o davette bize yönetmen Emrah Eren’in yönlendirmesi, Ahmet Sami Özbudak’ın kelimelerine hayat vermişlerdir. Çok başarılı bir ekip çalışması yapmışlar, bir anlamda Markopaşa ekibi gibi 25 Kasım 1946 ruhunu, sorunlarını, aydınların başına geleni bugüne taşımıştır.

İsmail Cem Özkan

 

Meçhul Paşa

Yazan: Ahmet Sami Özbudak
Yöneten: Emrah Eren
Sahne ve Kostüm tasarımı: Barış Dinçel
Işık Tasarımı: Yakup Çartık
Müzik: Deniz Bayrak
Hareket Düzeni: Gizem Erdem
Yönetmen Yardımcısı: Güney Zeki Gökerf
Afiş Fotoğrafı: Mehmet Turgut
Afiş ve Broşür Tasarımı: Ethem Onur Bilgiç
Oyun Fotoğrafları: Emre Mollaoğlu
Sahne Amiri ve Işık Kumanda: Uğur Aksu
Ses Kumanda: Berkcan Kılıç
Reji Asistanları: Yasemin İşcan, Berkcan Kılıç, İpek İlbeyli
Oynayanlar: Erdem Akakçe, Bülent Çolak, Fatih Koyunoğlu